Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


 
AnasayfaAnasayfa  AramaArama  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yap  

 

 ROMAN

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Hasan Mostar
Kullanıcı
Kullanıcı



Mesaj Sayısı : 12
Localisation : YALOVA-MERKEZ
Kayıt tarihi : 02/08/06

ROMAN Empty
MesajKonu: ROMAN   ROMAN EmptyC.tesi 5 Ağus. - 22:58

DUŞA GLAVA KOZDENA ÇUPRİYA(1)

Kabataş’tan beri homurdana homurdana yüzüp yüzlerce yolcuyu Marmara’dan geçirip iskeleye yanaşan vapurdan çıkan üçüncü yolcuydum.

İskele Meydanı’ndaki heykelin gölgeliğine çekilip karınca gibi devinen,-sanki- hepsinin çok acelesi varmış gibi koşuşturan vapur yolcularını izlerken içimin kararsızlığına da bir yön vermeye çabalıyorudum..

“Hemen Bursa’ya kalkıyor,Bursa Bursa…Karamürsel’e gidecekler bu tarafa; Siteler,Taşköprü, Altınova, Karamürsel hemen kalkıyor..Çınarcık,Termâl, Esenköy yolcuları kalmasın hemen hareket ediyoruz..” şeklindeki şoför ve çığırtkan muavinleri ile yolcu çavuşlarının bağırmalarına bir de simitçi, ayakkabı boyacıları;büfelerde,sahil lokanta ve dükkânlarda soğuk içecek satan,tost ve pogaça kızartanların telâşeli ve hasılatın en yükseğini kotarmanın doğal devingenliği;hafif çırpıntılı dalgaların rıhtıma taşıyıp çalkaladığı kokuşmuşluğa yiyeceklerin kokularının yanı sıra otomobillerin egsost dumanlarının da karışmasıyla dünya yaşamının bir yolcunun kısa bir süre gölgelikte dinlenip asıl vatanına revan olması diye betimlenen somut portresini olancalğıyla gözlemliyorum..


Bir meteor gibi düştü içime; dönüp baktığım da ayaklarım titredi,heyecanlandım;soluğum kesilir gibi oldu; ardından toparlanıp olanca gücümle bağırmamak için zor tuttum kendimi..

Baba malına pek kıymet vermeyen;hoyrat ve erken tüylenmiş bir sürücünün gaz pedalını tavana kadar bastırıp menziline sağ-sağlim vardıktan sonra;gaz pedalı bırakılmış rolantiye yakın devirde hır hearhır diyerek ses verip çalışırken; motordan çevreye yayılan kızgın esintiye bakılırsa,nasıl bir yol katettiğini ibraz eden kamyona baktım; bu bizim 41 AH 104 dedim bastırılmış bir heyecanla..

Sahi,heyecan ve aşk olmasa ben ne yapardım? Saniyelerle sayısızca kareler akıp geçiyordu mazi tünelinden.Önce ön tamponuna,sonra yukarı doğru ön camına ve camın yarısına kadar sarkan rengarenk tentenelerine,altın suyuna batırılmış,yaldızlı liralar; pervazında sarkan iri mavi boncuk işlemeli hamayli ve nazarlıklara göz attım. Ardından damperine,tekerlerine ard arda bakışlar fırlattıktan sonra,direksiyonun başındaki, avuç dolusu bıyıkları hafifçe aşağı doğru eğimli uçları sivri bir kancayı andıran ve gür esmer belirgin kaşları, güneşin pişirdiği bakırımsı çehreye,sakal tıraşını geciktirmiş kızıl tenli gence mıhladım gözlerimi..

Açık olan sağ camdan streo teypten, “ ölürsem kabrime gelme istemem” şeklinde bir arabesk name duyuluyordu.

Aman Allah’ım…Sağ elin avucuna dudaklarından hafifçe tıep yaptıktan sonra direksiyonun sol içinden kavrayıp ağır ağır çeviriyor;heykelin çevresinden dönüp doğrultu belirlemeğe girişen bizim 41 AH 104’ün bıçkın delikanlı şoforü müydü? O..Değil..O..Değil..

Gözlerim bir kamyon görüyordu bu kesin..Ancak; 41 AH 104 demek o demekle müsemma bir zamanların delişmen,çatal yürek delikanlısı,çocukluk ve ilkgençlik arkadaşım değil bu..Ama onun kopyası,tıpa tıp benzeri,fotokopisiydi.

Evet;kamyon da değil di,bu alamet bir şey, 41 AH 104’ün iki katı,azman bir şeydi..Yeni farkına varıyorum; bu azmanın çift dingili de vardı. Damperinde küçük bir dağ kadar kum yüklüydü.. Eskiden kamyonlar ne kadar şık ve delikanlıydı.

Heykelin çevresinden dönüp Cumhuriyet Caddesi’nden yavaşça;adeta küçük dağları deviren benim ve bir yönüyle de suçlu halet-i ruhiyeyi de çağırıştıran edasıyla yol alıp gözden uzaklaştı.

Omzuma takıp arkadan sarkıttığım çantamda on kilograma yakın bir ağırlık vardı;yorgun düşmüştü omuzum,değiştirip ötekine almayı düşündüm bir an.Sonra yan taraftaki bank gözüme ilişince çantayı bir kenara bırakıp oturuyorum..

Trafik lambalarının bulunmadığı,polis memurlarının olmadığı,dahası kendilerini devlet diye tanıtan bürokratik oligarşinin,Arif Yerkoviç Ağabeyimin deyimiyle Senfonişubatmankaranın pençesini atamadığı Aşağı Ayazma’da; Bağdat caddesi’nden sağdan Treşna yoluna giriyorum..Artık yol,yönetmelik,yönergeler bana aid ve kanun hükmündeki kararnameler,tümüyle kurallara,yasalara ben hakimim.Küçük bir alanda da olsa monarklığın doyumsuz şehvetini yaşayorum.

Treşna yoluna sapar sapmaz sağ topuğumla rüzgâr damarına bastırıyorum;kartopu alınlı Alatım kavisli uzun boynunu daha da kaldırıp kulaklarını dikiyor ve alev gibi yakıcı soluğunu burnundan boşaltırken arka ayakları üstüne dikiliveriyor..Sol elimdeki dizgin kayışını iyice sıkıp geriyorum ve sağ elimle en sevdiğim uzun kavisli boynuna birkaç şaplaktan sonra sıvazlayıp pışpışlıyorum,merhaba diyorum..Bir bakıma özür diliyor, gönlünü alıyorum;çünkü razgâr damarına basmış sonra da gemini çekerek atların hası delişmen Kartopu alınlı Alatımın çoşkusunu öfkeye çevirmiştim,siz onuruyla da dalga geçtiğimi söyleyebilirsiniz,doğrudur ne derseniz..Kısacası hoşuna gitmeyen bir tavır uygulamıştım..

Gergin,kalın kaslar ve nal sesi,küheylan bir atın yelesinden yayılan koku beni ne denli mesdeder anlatamam..Nal sesi ve at yelesi kokusu,kartopu alınlı atların başı dik,ihtişamı büyüktür;yüzünüzü ,teninizi,gönlünüzü ve yüreğinizi soylu bir atın burnundan çıkan nefesi yakmamışsa ne dediğimi anlayamazsınız.Ataköy’den amcamın kızı Ayla, teyzemin oğlu Tunç bey. Etilerden yine öteki teyzem Muazzez’in kızı Hale hanım,Kemer country’den halam Zeyneb’in oğlu Haluk,Boğaz Yalıları’ndaki yığınla diğer akrabalarım atın burnundan çıkan nefesini,yelesinden yayılan kokusunun ne olduğunu bilmiyorlar ve beni asla anlayamıyorlar..Onlar ansiklöpedilerden ve dökümanter belgelerden dülger talaşından ibaret bilgiye sahiptirler sadece.Köy denince,Karaköy ya da Ataköy,Kadıköy’den ibaret sanırlardı;asıl ve esas köyü de benim sayemde ilk kez tanıdılar.

Ben soylu atları ve rikatli güzelleri severim.Bu sözüme Arif Yerkoviç Ağabi dudaklarında beni küçümseyen ama sevgi bakışlarıyla bir tebessümle “Siine kim sevmez ki?” demişti anımsıyorum.

“Atların en soylusu Necip’tir” demişti Amcam Süleyman Hoca; “Ondan sonrasındakilerin tümü O’nun aşk ve sevdasıyla akınlarda uzayan gölgeliklerde hürdü.”Bu bahsin açıldığı bir kahve sohbetine Haciya Mahmut Demiroviç ile Muyaçiç Zayko,Yerkoviç Huseyin,Murat Çatoviç,ağabeysi Çamil ve diğer güngörmüş yaşlılar çoşkulu ve muhabbet içre bir ufuk ve tarih turu sohbeti yaptıkları bilinir.

Şanlı tarihi duyumsamak,ta iliklerine kadar,doyumsuzluğuna varmak;izzet ve ihtişâmı kana kana içmek ve soylu atların akıncılarının dünyaya mis kokulu ter ve nefesleriyle hakk ve adaleti nal sesleriyle nasıl hareket ve bereketle harmanladıklarını idrak etmekten geçer.Yani kökünü bilmek.

Geleceğin uzamını başı dik ve ihtişamlı kar topu soylu atların suvarilerinden bize miras kalan aşklarıyla diriltebiliriz. Bu kadar mı? Hayır,değil;bu yetmez..Bir de rikatli güzellerin sallayacakları beşikler önceliklidir;ayakları altında cennetlerin sereserpe bulunduğu rikatli güzelleriniz yoksa,aleme nizam veren cihan sultanlarınız da yok;derviş sarıklı bulutlarınız da yoktur; bunlar yoksa eğer, mücellâ Kazıklı Voyvodaların çağdaşları var demektir..


Gönül gönüle söyleşip ağır ağır Treşna’nın sağ yakası Briyek altından dik tarafına yönelirken; müteheyyiç ve keskin bir ıslıkla acele gelmemi,zaten geç kaldığımı söyleyenin bulunduğu Tuzlak Ahmet’lerin esrarlı ve geniş,su kaynağı bulunan tepedeki düzlüğün yol kenarındaki Üçmeşe’nin altına dikiyorum gözlerimi..

Hava sıcak mı sıcak; Temmuz gibi..Artık buradan ötesi duvar gibi dik ama kestirme bir yokuş..Alatımdan sıçrayıp iniyor ve onu yedeğime alıyorum;ben bir adım önde o da hemen yanıbaşımda,çoğu kere benim önüme geçerek birlikte Treşna’nın sarp yamacında yarışıyoruz.Üç hamlede işte tepedeyiz..
İstiklâl Savaşı Gazisi Topçu Salih Dedo tütün kıyıyordu gölgelikte. Kalabalık bir grup var..Küçüklü büyüklü yirmi kişiyi aşkın…Sığırlar tarla kenarlarındaki koca ağaç ve koruluk içindeki gölgeliğe yatmış,cemadattan sonraki sırasında tespih çekiyorlardı..

Alatım çoşuyor birden;delikanlılığı tutuyor, Mohaç ufukundan haber veren bir yankı bu sanki. Tamı tamına delikanlı atçasına bir sayha bu..Her yerde kendini duyururdu hep..

Her şeyi bilen bir tavır takınıyorum: kesinlikle gelenler var diyorum..Ya yanılırsan? Sonra ne hale düşersin diye soruyorum içimden kendime,bazı simaları göz ucuyla izleyerek.Yoo,diyor kuvetli hatif bir ses göğüs kafesimin derinliklerinden; Alatın seni hiç yanıtlığına tanık oldun mu bu güne kadar? Yoo derken,Aga Mustafa’nın evinden taraf bize doğru gelenlerin, etrafı sık ağaçların kapattığı Treşna yolunun Çiftlik sapağı düzlüğünden birden dört atlı karşımıza dikiliveriyor..Biraz sonra yanımızdalar..

-“Hello my friend İlhan..” diyor..Oooo diyoruz hep birlikte sevinçle.

Bu bizim Amerikalı David ve arkadaşları;Amerikan üssünden..Çerkez Nurettin’den kiraladıkları atlarla gezintiye çıkmışlar her zamanki gibi..Sahiden unutmuşuz,bugün hafta sonu..Treşna yolunun Drenovina ile Çukur’a giden sık meşe ormanının içinden geçen yukarı sapağında Üçmeşe düzlüğündeki gölgelikte öbekleştik..Biraz ileride orman yolunun girişinde köşedeki boşlukta bir halıyı andıran sık yeşil çimenlerin üzerinde uzun,içi yün kaplı kocuğunu sererek,sırtını bir ağaca dayayıp tütün kıyan Topçu Salih Dedoya,David İngiliz aksanıyla:

-“Mırhıba Tıpçı Saleh Dido..” diyerek;elini uzattı.Topçu Dedo da:
-“Merhaba Davut merhaba” diye mütebessim çehreyle karşıladı David’i…

-“Nasilsin? Var sen guzsel olmak?” diye ilgisini sürdürdü David..Topçu Salih Dedo:

-“Var var;her şey iyi ve güzel hamdolsun..”dedi..

David’in arkadaşlarından yeni tanıdığımız biri de topçu Salih Dedonun tütünüyle ilgilenmeğe giderken,bir azman kadar iri George ile Cole bizimkilerle konuşuyorlardı..

-“You are welcome to our the willage.” dedi Avdiç İlhan Nazmiya..George ve Cole ile tokalaştılar..Sonra her iki Amerikalı sırayla hepimizle ilgilenip el sıkıştılar..

Bulutsuz açık gökyüzünü andıran mavi gözleri,saman sarısı dağınık saçlarıyla küçük Zeluşka’nın yediği kiraz ve kara dutlarla boyanmış ağzı,yanakları,dirseklerine kadar elleri toz toprakla,kir-pas içindeki halini Cole,pek sevimli buldu;hafif kahkahayla gülerken:

-“Small bırd how are you?” dedi..Beşiroviç Haaso,itiraz şerhini koydu:

-“Küçük kuş küçük kuş;nar bülbülü..”diye seslenirken,çevresinedeki diğer arkadaşlarına da bakın ben onların dilini biliyorum edasıyla göz gezdirdi;kimseden ilgi ve alkış görmeyince,vaktiyle niçin kesildiği belli olmayan, üstünde oturduğu kuru bir meşe kütüğünde ayaklarını yukarı aşağıya gerdirerek harekt etmeye ve sonra da kalkıp ötelere gitmişti.

-“Yes,all right..”dedi Amerikalı arkasından ilgi göstererek; bu da onu tatmin etmemişti geriye dönüp baktığında.
Demiroviç Ruşen Eşref:

-“Çarpıtıyorsunuz,o Golubizsa,babam hep böyle der..” diyerek tashih etti kardeşine yapılan yanlışlıkları..

Bizler böyleyiz işte;az İngilizce,orta derecede Türkçe ve çokça Bosanski’den mürekkep bir lisanla iletişim kurup anlaşıyoruz.

Kreso Hasan Fehmi,kısa boylu,kalın pazulu,zeytin karası;yerinde duramayan bir tabiatı vardı; ilk gençlik çağına girdiği demlerdeydi..

-“Mrs.Cole can you do hurtle stone?” diyerek gurubun büyük çoğunluğunu,daha doğrusu büyükçe olanları peşine takarak Üçmeşe’nin gölgeliğinden yaklaşık üç yüz metrelik bir yardan,Treşna tarlalarının vadisine aşağı ardıardına havada döndürerek taş atmağa başladılar.

Dik yokuş, çok geniş ve kıraç bir tarla,suyun akışıyla çoraklaşmış topraklarda yetişen dikenli otçul seyrek ağaçlarla kaplıydı;Treşna’nın dik tarafı da bu terkedilmiş geniş arazinin yayaların kestirme inip çıktığı pek efsürde patikasından aşağıya doğru herkes kucağına çevreden topladığı taşları en uzağa atma yarışına girmişti.

Bir kenarda oturmuş,olup bitenleri izliyordum..Bir kaç kez atarak kendini deneyen ve başarılı olamayanlar taş atışını bırakıp başka ilgilere yönelirken,küçük çocuklar meşe ormanlığı içinde saklabaça başlamışlardı bile.Kreso Hasan Fehmi ile Avdiç İlhan Nazmiya ve Cole iddiaya tutuşup yarışı sürdürüyorlardı.

Her atışlarında birinci gelen bir sonraki atışta değişiyordu. Ama Cole’un galip geleceği şimdiden kesin; zira taliga arışı gibi uzun ve kalın pazulu eliyle,bizimkilerin upuzun ve ince,henüz gelişmemiş ergen çağında olan halleriyle galip gelmeleri beklenemezdi..Savrulan taşlara bakıyorum: Cole hepsinden farklı ve daha kuvvetli savurduğu belli oluyordu.Ancak, Cole,derin uçuruma doğru taşları savururken bizimkileri ciddiye aldığını da hiç ihtimal veremiyorum.Amacı bizimkilerin gönlünü almak ve doyasıya eğlendirip yormaktı.Ve tabiî ki sonunda pes ettirmekti..Öyle görülüyor ki,eğer Cole taşı ciddiyetle atsa,hepsini en az elli metre geçebilir.

Albümlerin dizboyu anılarıyla hüzün gri bir sesle girmişti içime..Güneşler doğup batarken rüya gibi akan zamanda seneler,yollar ve şehirler,ülkeler köprülendi yaşamımda..O içimde yeşerip sonra kurumaya yüz tutmuş zeytin ile kiraz ağaçlarının gölgesi hala mütebessim övünür mü bilmem..

Aşağı Ayazma bir vadî; Ledenizsa Voda ve balıkları,bire yüz veren verimli toprakları vardır; Aga Muyo’nun sözü bir serlevha gibidir içinden yol bulup anıları tınazlayan herkes için: “En güzel şeftali yoktur tıpkı en güzel devoykanın olmadığı gibi.. Aşklar yineleniyor berdevam,aşksız hayat imkânsız,yeni aşklar daha dayanıklı şimdi; yıkımlara, savaşlara,tebessümlere bürünmüş düşmanlıklara rağmen,kuytu kalabalıklarda yeni aşklar maya tutuyor;büyük doğumların sancısı sürüyor..Güçlü ve baki sevda geniş soluklarıyla geliyor,barışı,mutluluğu besliyerek,hafıza yitimini yeniden diriltici soluyla kemliklere karşı göğüsleyici kararlılığıyla.”

Dalmış gitmişken içime,içimin en içine;kesif koruluktan geçen yolun derinlerinde tiz bir kız çocuğu sesi yankılanıyordu:

-“Ruşen Şeref attan düştü.”
Ok gibi fırladım yerimden..Süratle o yöne koştum..koruluk yolunun yarısında uzu selvi dal gibi,saz benizli Samiye,lepiska saçlarını bir kelebek gibi uçurarak dalgalandırıyordu.

Koştuğumu görür görmez,soluk soluğa ve kesik kesik “Düştü”,dedi, “attan düştü Ruşen Şeref”.

Berrak bir gölü andıran iri gözleri dehşetten büyümüştü.Yanından geçerken elimi başından tüy gibi geçirerek:

-“ Korkma bi şey olmaz ona” dedim. O da benle yarışırcasına,hemen yanıbaşımda süratle koşarken soluk soluğa kesik açıklamalarda bulunuyor; Devmiroviç Ruşen Şeref’in başından geçenlerin tanığı olarak,beni bilgilendiriyordu..
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Hasan Mostar
Kullanıcı
Kullanıcı



Mesaj Sayısı : 12
Localisation : YALOVA-MERKEZ
Kayıt tarihi : 02/08/06

ROMAN Empty
MesajKonu: Geri: ROMAN   ROMAN EmptyC.tesi 5 Ağus. - 23:08

devamı...

-“Onun attan ilk düşüşü bu değil ki” dedim. “Daha önce de kaç sefer düştüğünü biliyorum..”

Demiroviç Ruşen Şeref atları çatlatırcasına yarıştırır,koçları tokuşturur ,kelpleri boğuşturur,boğaları süsüştürür ve hiç olmazsa,kendi güreşecek birini bulamazsa şenpazelere taş çıkartırcasına bir çeviklikle koca ağaçlara tırmanırdı..

Orman yolundan çıkıp sulak çayırlara,saz öbeklerine girdiğim de,Samiye’nin verdiği bilgiye dayanarak hızla,biçilen ekinlerin dokurcunlar arasında Taslıcalı İsmet’in tarlasını geçip hızla ilerlerken,Demiroviç Ruşen’i gördüm; Doru atı yedeğindeydi,hayvan ter köpüğe bulanmıştı..Oh şukur dünya varmış dedim kendi kendime..Samiye de yanımda.

-“Bak gördün mü,hiçbir şey olmamış;sapa sağlam” dedim.

Doru atın karnı körük gibi hızla inip kalkıyordu..Burun delikleri korkunç bir şekilde genişlemiş,ön ayak butları elektriğe tutulmuşcasına titriyordu. Tarla sınırındaki kara ağacın gölgesine çekilip O’nu bekledim. Yanıma gelince:

-“Ruşen,yine yaptın yapacağını.” Dedim..
Atın dizlerinde,burnunda sıyrıklar olduğu gibi, O’nun da omzundan,dirseklerinden kan sızıyorndu.

-“Şeyden geçerken Ağabi” dedi; boş ver üzülmüyorum diyen hoyrat,delişmen bir gülüşle: “İyi idare edemedim,Doru sürçtü,yuvarlandık ikimizde..” Avuç dolusu terleri yüzünden toplayıp yere silkti..

-“Otur,konuşma,soluklan biraz” dedim..Doru atın bitkin haline bakıyordum,Ruşen Şeref de beni izliyordu:

-“Doruata acıdım,üzülüyorum ona,kendime değil” dedi.Dudaklarımı sivriltip baktım,gözlerini önüne yıktı.

-“Sahi mi diyorsun Ruşen? Acımak ve üzülmek sizce her neyse onları gözden geçir ve merhametle,selim akılla süslemeğe çalışsanız olmaz mı? Güneşin tam tepeden boca ettiği kızgın ışınların altında,böylesi sıçak bir günde;Temmuz gibi,sen Doruatı çılgınlar gibi koşturuyorsun ve ona üzüldüğünü,acıdığını söylerken,önce kendini nasıl inandıracaksın bakayım?”

Samiye de yanımızda,dallı basmadan şalvarını yelpazeleyip çer çöpü silkelerken:

-“Biz saklambaç oynayamadık ormanda başdöndürücü sıçak yüzünden..” dedi. Demiroviç Ruşen Şeref,sert baktı ona,sen lafa karışma diyen bir tavrı vardı,ama ses edemedi..Samiye de anlamıştı onun ne anlama geldiğini..Samiye sözünü daha tamamladığı an çocuklardan bir kaçı orman yolunun başından Enis Ağabi koşuuuun kavga ediyorlar diye bağırmaya başladılar. Dikkat kesilip duyduklarımıza emin olmak istiyoruz. Aynı sesler ardıardına yükselince,tekrar geldiğim istikamette gerisin geriye koşmağa başladım.

-“Bugün bir uğursuzluk var,sen de gel Ruşen,koşalım..”dedim.
-“Sen Doruatı al ağır ağır yedekleyerek arkamızdan gel..”dedi Ruşen Samiye’ye;bir baktım ki,öyle hızla koşuyordu ki,daha önce kalkıp koşmağa başlamama rağmen, O, bir solukta geçmişti beni..

Arkasından ben de hızlandım, uzun boylu,alabrus tıraşlı siyah saçları,geniş omuz ve incecik kavi beli, güneşin kavrup pişirdiği kar beyazı tenini kalaylanmış zımparalanmış pürüssüz bir bakır levhayı çağırıştırıyordu. Belden yukarısı çıplaktı..Tere bulanmış,kir pas içindeki kalın bir kumaştan pantolonu dizaltına kadar sıvamış, geleceğe kilitlenmiş,ideal sahibi yoksul genç,yağlanmış güreşe hazır bir pehlivan edasındaydı..Ayağında beyaz keten bir ayakabıyla öyle ahenkli,çevik ve ayakları üstünde yaylanan devinimi vardı ki,gıpta etmemek mümkün değildi..Bir yaş küçüktü benden.Orta Ayazma İlkokulu’nda üçe kadar benim bir sınıf gerimden birlikteydik;O’nun hep yakışıklı,güzel biri olduğunu bilirdim ama şimdi ne dense çok daha iyi kavramış gibiydim.

Orman içinden geçen geniş araba yolunun yarısını aştığımızda Üçmeşe’nin düzlüğü bakış menzilimize girmişti,ancak kimse görülmüydu..Neki,az sonra Zeyna,Zehra, Yelena ve diğer kızlar patikadan yukarı birini çekip taşıdıklarını fark ettik..

Demiroviç Ruşen Şeref ile yanlarına vardığımz da Meliha Sliva’nın zeytin karası saçlarından kan damladığını görmüştük..Başının sol yanı kulak ve boynuna kadar kızıl kanlar kaplamıştı.Yaralı bölgeyi aradım.Başının tepeden sol noktada baş parmak büyüklüğünde etleri kemiğe kadar yarıldığını ve kesik kesik kanların aktığını görür görmez yaralı yerin üstünü elimle bastırdım.

Doğal olarak bir telâş,bir heyecan,acı,hüzün; çığılık ve karmaşa hakimdi..

Meliha Sliva’nın başını tutmağa ve patlayan damarını bastırarak kanamayı durdurmaya çalışırken:

-“Yok bir şey,sakin olun,küçük bir sıyrık;yırtılan kan damarı biraz sonra pıhtı yapıp kanama duracak,korkulacak bir şey yok;bu bağırtılar,zırıltılar ayıp şey,sakinleşin..” diyerek can arkadaşlarımı teskine çalıştım.

Sözlerim tesirini göstermişdi;kızlar gözyaşlarını silerken Meliha Sliva’nın acısını değil, Ağabisini düşünerek ağladığını öğrendiğimde,içim daraldı,müthiş bir rikat boğazımı düğümlemiştki ansızın;ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
-“İlhan Nazmiya ağabeyim Amerikalıların peşine gitmiş,ona bir şey olur diye korkuyorum,Enes Ağabi..” diyordu bana Meliha Sliva.Meliha Sliva,henüz on yaşındaydı,selvi dal bir kız olacağı şimdiden belliydi; köyden geliyordu birkaç arkadaşıyla biraz navale getirmiş Ağabisi İlhan Nazmi’ye ve merada arkadaşlarıyla oynayacaktı.

Meseleyi anlar anlamazs Meliha Sliva’nın kanayan yarasına baktım bir kez daha:

-“Tamam işte,kanama durdu;ama sen Zeyno,elinle biraz daha bastırmağa devam et ki iyice kabuk bağlasın pıhtı..” diyerek Zeyna’nın elini tam yaranın kanayan yerinin üstüne bastırmasını sağlamıştım. Devmiroviç Ruşen Şeref gözümün içine bakıyordu, avının üstüne atlamaya hazır bir aslan gibi duruşu vardı.

-“Sen, şimdi kıratına bin, ikimiz delilerin peşine gitmeğe mecburuz,aklı yok onların,hepsi zır deli..” diyerek öfkemi de bir yandan gizlemeye çabalamamın gerektiğini aklımdan geçiriyordum;öfkelenmemek mümkün müydü?Bugüne kadar bizim delilerin serdettikleri tavır ve yaptıkları eylemlerin ne afedilmez delilikler olduğunu biliyordum,içimi bir bıcak keser gibi olmuştum.Bunları zihnimden geçirirken Alatıma binip koşturmaktan başka çaremizin olmadığını görmüştüm. Treşna yolunun yukarı kıvrımlı düzleminin sonuna gelmeden zihnimden hesaplıyordum;hangi yönde gitsek?

Bir zamanlar karınca gibi insan kaynayan Orta Ayazma yoluna mı girip düz yoldan Saraycık’a yönelsek yoksa alt taraftan Üçzeytin,Çiftlik tarafına mı diyerek Alatımı içim sancıyarak sürdüm.Hayvan yaklaşık beş yüz metrelik hafif yokuş toprak yolu çok süratli katettikten sonra hızı yarı yarıya kesilmişti;hava bunaltıcı sıcak,doğal olarak Alatım birden şişmişti.Arkadan Demiroviç Ruşen Şeref yetişti:

-“Yolu terk et Ağabi,Aga Mustafa’nın tarladan kestirme yan geçelim.”diye sesleniyordu.
-“Çok isabetli,ama nereden girelim tarlaya?” diye sordum.

Bu esnada Demiroviç Ruşen Şeref benim önüme geçmiş,Kıratını uçarcasına koşturuyordu.
-“ Gel peşime,biraz ileride tarlaya girilen açık yer var,oradan dalarız.”demişti.

Demiroviç Ruşen Şeref’in peşini takip ettim;Orta Ayazma yoluna çıktık,dört yola doğru ılgar ettik. Demiroviç Ruşen Şeref bir Akıncı beyi havasına girmiş gülbank çekiyordu;tüylerim diken diken olmuştu birden; damarımdaki kan kaynamaya başlamıştı,bakıp gülüyordum ona. Akıncı ruhu var bu çocukta dedim kendi kendime..Adeta Kıratın yelesine
sokmuştu zeytinkarası başını; hayvanın sırtına yapışmıştı..

Dört Yola yaklaştık,Tuzlak Ahmet’lerin evi görünmüştü; ben muhitin yabancısı değildim,ama gezintiye çıktığım zaman görüyordum buralarını ve düz yolu takip ederek yürüyüş yaparım Alatımla;oysa Demiroviç Ruşen Şeref ve Avdiç İlhan Nazmiya,Kreso Hasan Fehmi’ler ise buraların her karışını,her bir defnenin gölgeliklerini,patikalarını,çakal inlerini avuçlarının içi gibi iyi biliyorlardı.Demiroviç Ruşen Şeref bu sebeble bana öncülük etme gereği duyuyordu,bu da benim işime geliyordu doğrusu.

-“Ağabi sen Üçzeytinlere doğru sür ben de mezarlık yolundan Saraycık’a gideyim,en son olarak Amerikan Üssü’nün karşısındaki Çerkez Nurettin’in Çiftliği’nde buluşuruz;aynı yoldan gitmeyelim,çünkü hangi taraftan gittiklerini kesin bilmiyoruz.”şeklinde konuşurken,ileride,Kaytasdere sapağında bizimkileri görmüştüm.Atları yedeklerine almış geliyorlardı.

Çölde vahaya ulaşmış olanların sevinciyle gönendim;içimden şükrettim.Avdiç İlhan Nazmiya’ya baktım;ansızın,içinin delişmen dürtüleriyle karar verip pire için yorgan yakan idraksizlerin hali bütün çıplaklığıyla yüzüne oturmuştu..Gencecik yaşına,selvi kavak boyuna,belirgin kaşlarına,beyazı büyükçe ela gözlerine,erkek güzeli simasına bakmıştım bir süre; içimden tipik bir Avdiç; deli işte,demiştim..

Hepsinin bana değer verdiklerini,çok sevdiklerini iyi biliyordum;benim de onlara karşı doyumsuz,yürek dolusu duygularımın olduğunu onlarda çok iyi biliyorlardı..Ben de,her yaz gurbet diyarından gelmek,onlara kavuşmak için ne kadar can attığımı rüyalarımla da teyid ediyordum.Her gelişimde çevremi kuşatmaları, konuşurlarken,gülüşürken,sevgi raşesi dokunmaları,elimi avuçlarının içine alarak okşamalarından anlıyorum ki,bana pek çok değer veriyorlardı.

Haddi aşmamak kaydıyla onlarla kavga yapmak bile güzeldi; atlas okyanusu ötelere,uzak diyarlara da gitsem,yıllar boyu uzaklarda da kalsam,onlarısız edemiyordum..Sıladayken iki gün görmesem çıkıp arıyorum onları, tıpkı bugünkü gibi..

Güzel arkadaşlarımın -yoğun olarak- yaz ayları dağ ve vadilerde geçerken günleri,benim ise daha çok ovada,deniz boyunda;Dereağızı’nda geçiyor..Ben Dereağızı’nın her karışını avucumun içi gibi tanıyıp bildiğim gibi,onlar da vadileri,tepeleri,dağları,esriten dağ yamaçlarını tanrıyorlardı.

Üç adım yakınıma gelinceye kadar sevgi ve öfke karışımı allak bullak bir halet-i ruhiyeyle gözlemlemiştim onları;Demiroviç Ruşen Şeref, henüz yanımıza gelmeden önce,yarı latife yarı ciddi bir uslupla takılıp soru soruyor,merakını giderecek suallerine cevap arıyordu;söylediklerinin bir cümlesini bile zihnim almamış,ben kendi içimden bir yol bulmuş,içimin çardağında kendimle kalabalık kalmıştım.

Kendime gelir gelmez,tek bir söz söylemeden, yol kenarında,asırlık bir defnenin kütüğünde oturduğum yerden aniden kalkıp gerisin geriye geldiğimiz yöne doğru Alatımı yedeğimde uzaklaşıyordum.

-“Biliyorum,David ile Cole gavurlarını çok seviyorsun,ama biz haklıyız; Meliha Sliva kardeşimin başını o azman gavuru Cole yaraladı;dua etsin ki yakalayamadık, akşama anasını ağlatacaktım.”

Arkamdan bu sözleri söyleyen Avdiç İlhan Nazmiya idi,Kreso Hasan Fehmiya da he valla,doğru söylüyorsun,biz haklıyız,diyerek beni yumuşatmaya çabalayan bir tavırları vardı.

Yavaş adımlarımı biraz hızlandırırken,içim içime sığamayan bir gülme tutmuştu,onların ne denli samimi ve ne denli mert ve bir okadar da saf,ard düşüncesiz olduklarını biliyordum; şimdi bu sözleriyle bir kez daha ispat ediyorlardı..

-“Hadi canım sizde..”dedim hiç geri dönüp bakmadan. “Bebekler gibisiniz,onbeşinde,onaltısında birer bebek,bu halinizle adam olamayacaksınız..”

-“Rahatsın tabii,senin kardeşin Rasemma’nın başını yarsaydılar aynı tavrı mı gösterirdin acaba?” dedi Avdiç.

-“Sen benim kardeşimi hiç buralarda gördün mü? Bu bir,ikincisi,kardeşin Meliha Sliva’nın başına hiç bir şey olmadı,hafif bir sıyrık,biraz kanama olmuş hepsi o kadar.”dedim yine geri bakmadın.

Şaşkınlığını,beceriksizliğini,saflığını açığa vurmuştu Avdiç İlhan Nazmiya:

-“Sahi mi söylüyorsun? Kardeşimin başında bir şeycik yok değimli,yani yarası derin değil diyorsun?”

-“Öyle bir aptalsın ki,başı yaralanan kardeşininin yardımına koşmak yerine,Cole ‘un üzerine boynuz parlatıp cilâlıyorsun,elindeki şu topuz sopa da ne,tımarhane kaçkını,utanmıyor musun? Kızılcık topuz sopanı ardıardına indirmişsin Col’un sırtına ve yeterli bulmuyor,peşlerine sığır çobanı,vahşi kovboylar gibi kovalıyorsunuz. Bu tavır bize yakışır mı? Col taş atışırken sizinle,isteyerek ve bilerek,yani kasıtlı mı davranıp Sliva’nın başını kana buladı? Kesinlikle kastı yok. İstemeden olmuştur,kazaen olmuştur.Hem kesin biliyormusun Cole’ün attığı taşın Sliva’nın başını yardığını?On kişi birlikte taş attınız durmadan,ben oradaydım,bazılarınız vaz geçip ayrıldığınız halde tekrar gelip bilinçsizce taş atma marifetinizi sergilemeye koyuldunuz..Nereden belli Cole’un attığı taşın Sliva’nın başına düştüğünü? Belki sizin attğınız taşlardan biri Sliva’nın başını yarmıştır..”
[/i]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Hasan Mostar
Kullanıcı
Kullanıcı



Mesaj Sayısı : 12
Localisation : YALOVA-MERKEZ
Kayıt tarihi : 02/08/06

ROMAN Empty
MesajKonu: Geri: ROMAN   ROMAN EmptyC.tesi 5 Ağus. - 23:10

devamı

-“Olay olduğunda sen yoktun,nereden biliyorsun? Nasıl oluyor da bu kadar lâf edip kesin konuşabiliyorsun?”
-“Zekâmı kullanıyorum;selim aklımla bakıyorum;hem olayı ayrıntılarıyla kızlar anlattı.Ben varsayımlara,behimi dürtülerle konuşmuyorum,kesin olanı söylüyorum;ama siz,dürtülerinizi kılavuz edinip eyleme geçiyorsunuz,bu da hep yapageldiğiniz hatalar.Yaptıklarınızı biliyorum,bu ilk değil ki. Kızlar anlattı,Cole’un attığı taş Meliha Sliva’nın başına düştüğü kesin değil;Ömer Selimoviç de belli değil,belki de bizim attığımız taşlardan biri Sliva’nın başını yarmıştır,diyor.”

-“Cole,patikaya doğru atıyordu taşları,ben sola, Treşna Dolovina’nın kuppinaların oraya,Cole kardeşimin başını yardı.”

Avdiç İrfan, “Ama, Kreso Hasan Fehmiya da Cole’un attığı yere atıyordu,ben gördüm.”

Kreso Hasan Fehmiya,Avdiç İrfan’a diklendi:

-“Sen atmadın mı len? Sen de attın.”
-“İlhan Nazmiya Ağabim de attı,beş sefer,ben saydım.”dedi İrfan.
-“Kesin len,ben hepinizi uyarmıştım,patikadan kardeşim geliyor,yanında küçük çoçuklar da var,sol tarafa atın dedikten sonra patikaya bir tek taş atmadım..George ile Cole’e de kardeşimi gösterip, ‘You will doing left hurtle the stone’ diye uyarmıştım,ama gavuroulları dinlemediler;Cole ile George taşları hep patikaya attılar..Kendi aralarında da, ‘şu kopilleri yoramadık’ diyorlardı. Hem gavuroğlu gavurları bizim gibi Türk usulunce taş atışmıyorlardı,Amerikanca atıyorlar,tam daire dönerek.Kaç kez Cole’ün dönerken düşmek üzere taş attığını ve o taş da istenen yere değil rastgele gidiyordu,kardeşimın başını Cole gavuru yardı , laf istemem len kesin.O gavuroğlunu mutlaka yakalayacağım bir yerde.”
-“Sen de kes sesini hergele,kızlarla benim dışımda hepiniz attınız..Şimdi birbirinize zifos sıçratıp akpak etmenin anlamı yok;hepiniz taş atma yarışına girndiniz büyük marifetmiş gibi.”

-“Ben atmadım,herkez attı diyorsun” dedi Ruşen Şeref.
-“Tamam,sen de atmadın, kızlarda atmadı,ta ötelerde biryerlerdeydiler,bir de Topçu Salih Dedo da atmadı,var mı başka?”
-“Topçu Salih Dedo zaten durmadı ki,hemen ayrıldı bizden.”dedi Kreso Hasan Fehmiya.

Biri ötekine,öteki berikinhe camur atıp çekişmeye başladılar yeniden..Onları terk edip hızla yürüdüm..Aga Mustafa’nın Orta Ayazma yolu üzerindeki kuyunun başına geldiğimde, Meliha Sliva’nın durumunu merak ediyordum.

Çıkrığı döndürüp,zinciri ve ucundaki kovayı kuyuya daldırdım,çıkrığı hızla döndürüp suyu çektim kuyudan,suyun yarıdan fazlasını başımdan aşağı boca edip serinledim.Kovanın dibinde beş litre kadar suyu Alatıma içirdim,pek tabiî ki az gelmişti bu su ona..Kavisli uzun boynunu ovarak okşadım,ceylân gözlerinden öptüm; ne alımlı,ne biçimli,ne kadar da sevimli bir yaratık bu.
“Bu kadar yeter Alatım, biliyorum,şimdi iki kovayı nefes almadan içebilirsin,ama sonra da şişebilir,dermandan düşesersin..”derken,bizim çete de geldi,hala çekişiyorlardı.

Yol kenarındaki Kestane,Ihlamur,Ceviz ve Defnelerin oluşturduğu gölgeliklerden Alatımla Eski Heyet’e;Orta Ayazma merkezine doğru yollandım.

-“Bizimle gelmiyor musun? Küstün mü yoksa?” diye seslendi Avdiç İlhan Nazmiya ve ardından diğerleri ses tonlarıyla rikatli, dolaylı sözcükleriyle pişmanlık ihsas eden bir tavırla yanlarında kalmamı istiyorlardı.

Duygulanmıştım,budur benim milletimin kök paradigması;kin ve küslük taşıyamaz yürekleri,çekişirken,kavga ederken bile inançılıdır,soylu duruşu vardır; ruhunun kök paradigmasında dağların çekemediği oluru yüklendiğini bilinçaltında,ruhunda taşır bu sorumluluğu.

Yürekleri yansın istemedim,köprüleri hepten atmaya asla gönlüm razı gelmiyordu elbette.Senenin dokuz ayını uzak gurbet diyarlarında her gece rüyalarımda görüp haspihal ettiğim bu dostlarımı ancak yaz aylyarında görebiliyordum,onlar canımın merkezindeydiler hepsi.

-“Siz işinizin başına gidin,akşama kahvenin orada,köy meydanlığında buluşacağız.” dediğim de hepsi sevindiler.

-“Kalsaydın ne iyi olacaktı;tam da senin hoşlandığın şeyleri yapacaktık şimdi;kal ne olur?” dedi Avdiç İlhan Nazmiya.

Yüreğin düştüğü yeri insan mükerreren yaşar,bir im,,bir benzerlik,bir çağırışım onu yineler,kimi hoş bir meltem esintisinde,kimi ince bir sızı Karacaoğğlanca bir hoyrat;mevsim mevsim Yunusca yakarış;kumral bir gülüş ve o zeytin ile kirazın gölgesinde serinlerken yüreğinizin çöllerini,giz küllenmiş korlarıyla yaşamın bir parçası olur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
ROMAN
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Edebiyat :: Anlatı-Hikâye-
Buraya geçin: